27 Ekim 2016 Perşembe

Bu da benim hikayem...

(26.10.2016'da Şahane Facebook grubu Bebek Yapım Bakım Onarım için yazmıştım. Buraya da koyalım madem)

Yaşım 21. 2 yıllık bir yüksek okula gidiyorum; 2 yıl olmuş ama benim ne zaman mezun olacağım belli değil. Çünkü okulla alakam yok. Okula sadece afiş asmaya, panel dinlemeye, kulüplerdeki tartışmalara katılmaya gidiyorum. Derken danışmanım çağırıyor bir gün, direk lafa giriyor: “Bak kızım, belli ki senin okulla bir alakan yok. Sen bitiremezsin bu okulu, kendine başka yol çiz” diyor. Çocuk kafası, gurur yapıp direk öğrenci işlerine gidiyorum ve okuldan ayrılmak istediğimi söylüyorum. İşlemler bitiyor, lise diplomam geri veriliyor. Beyazıt’tan eve dönüyorum. Sabah üniversite öğrencisi olarak girdiğim eve akşam lise diplomamla geri dönüyorum. Dank ediyor: “Ne bok yedim lan ben?” Aileme söylemiyorum. Eee artık okul da yok, ne yapacaksın? Bir işte çalışmaya başlıyorum. Tekstil makinelerinin parçalarının üretildiği fason bir atölyede ön muhabese yapıyorum. Çingene mahallesinde küçücük rutubetli bir dükkan. Bütün gün oturuyorum. Gelen müşterilere çay getir, masaları sil, fatura kes, faturaları yatır... Ne yapacağım şimdi, hayatım böyle mi geçecek? 21 yaşındayım, hayatımı mahvettim gibi hissediyorum. Neredeyse 1 yıl, vicdan azabı, kızgınlık ve öfke nöbetleriyle işe gidip geliyorum. Deli gibi mutsuzum, 48 kiloya düşüyorum. 

Derken bir gün “yok bu böyle olmaz” diyerek üniversiteye girmeye karar veriyorum. Senelerce dersaneye gittim, ailemden bir şey isteyecek yüzüm yok. Ailemin zaten üniversiteyi bıraktığımdan haberi de yok. Bu yıl mezun olurum herhalde diye oyalıyorum onları. Mutsuz ve yalancıyım. İyice dibe gidiyorum. Sonra, en dibe vardıktan sonra ayyyynen filmlerdeki gibi hızla yukarı çıkmaya başlıyorum: deli gibi ders çalışıyorum. İşyerinde fırsat buldukça, gece herkes uyuduktan sonra... Bir matematik çalışıyorum akıllara zarar. Üniversitedeki arkadaşlarımdan rica ediyorum “ne olur bana fonksiyonelleri bir anlatır mısınız” diye, sağolsunlar ellerinden geldikçe zaman ayırıyorlar. 

5. kere üniversite sınavına giriyorum. Aileme “son kez kendimi denemek için giriyorum, zaten biliyorsunuz sınava girmezsem başım ağrıyor eheheh” diyerek geyiğe vuruyorum. 4 kere sınava girdim, böyle heyecan görmedim. Soruları tıkır tıkır yapıyorum. Derken çişim geliyor! Allahım öleceğim, nefes alamaz hale geliyorum ve sınavın bitmesine yarım saat kala çıkıyorum.

Eve gelene kadar ağladım. Eve geldim yine ağladım. Çünkü kendime söz vermiştim, ne olursa olsun artık bu son diye. Ağrıma gidiyor. Böyle olmamalıydı diyorum, o kadar su içmemeliydim...

Sınav sonuçları açıklanıyor, fena puan almamışım. En azından tercih yapabilirim, öyle görünüyor. İstediğim tek bölüm var: Sosyoloji. (Özgür Üniversite’de sosyoloji dersleri almıştım, tercih rehberi elime geçince başka bir bölüm düşünmedim bile). Sakarya Üniversitesi Sosyoloji bölümünü kazanıyorum.
Sanki dünyalar benim oluyor. Allahım nasıl mutluyum. Annem “Kızım geç kalmadın mı biraz?” diyor. “yok” diyorum “bak gör, seni hiç mahçup etmeyeceğim.”

Kaydın ilk günü sevgilime (sonradan kocam oluyor kendisi:) “Bak gör, seneye İstanbul’dayım” diyorum. Sakarya’da 1 yıl geçiriyorum. İstanbul-Sakarya arasında her gün servise binerek... 05:30’da kalkıyorum, gün ağırmadan servise biniyorum ve akşam 20:00’den önce eve gelemiyorum. Her gün böyle... Deli gibi ders çalışıyorum. Aklımda olan tek şey “yatay geçiş” yapmak. Bu arada hafta sonları da tam gün İngilizce kursuna gidiyorum. Tam bir Nazi kampı gibi hayatım!

Sakarya'da bölüm birincisi oluyorum, süper bir not ortalamasıyla. Mimar Sinan Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi’ne başvuruyorum. 2005 yazı... Hiç unutmam. Aynı gün üstüste iki okuldan da telefon geliyor: “kabul edildiniz” diye. Sadece 1 yıl önce pis bir mutfakta bardak yıkıyordum, umudum yoktu, amacım da... Şimdi Mimar Sinan’ın muhteşem rıhtımında kayıt sırası bekliyorum... Hayatımı kendim değiştirdim, çalıştım ve başardım. Böyle bir mutluluk olamaz!

Sonuç? Mimar Sinan'dan bölüm birincisi mezun oluyorum. Deli gibi okuyorum, yazıyorum, çılgınca eğleniyorum ve hayatımın en güzel yıllarını yaşıyorum. Hayat boyu yanımda olacak dostlar, yoldaşlar kazanıyorum.

Buradan çıkarılacak ders: Sınavlarda çok su içmeyin :)

12 Haziran 2014 Perşembe

Ne? Hamile miyim?



Evet, hamile olduğumu öğrendiğimde ilk tepkim buydu "Ne? Hamile miyim? Ben?" 

Güzel dünyamızda insan soyunun devamlılığını sağlamaktan birinci derecede sorumlu biyolojik cinsiyetini taşımama rağmen yaşadığım bu saçma şaşkınlığın nedeni, annelik kavramıyla olan netameli ilişkimizdi. Daha doğrusu benim anne olabileceğime yönelik taşıdığım kaygı, korku ve "kısmetse bir gün olur 40 sene sonra filan" düşüncesine bağlı sıkı sıkıya bağlı olmamdı.

Şüphe etme, test alma, çift pembe çizgi! Evet, hamileyim. Ben? Evet, hamileyim. Evet, anne oluyorum. Anne?

Anne oluyorum. Bildiğim bütün annelik hezeyanları gözümün önünden geçiyor; hoşlanmadığım bütün annelik halleri, sözler, tavırlar, delilikler! Hayıııııır! 

Mevzu anne olmakta değil, anneliği nasıl giyeceğinle ilgili sanırım. Tabi bir de o hiçbir şeye benzemeyen ağır sorumluluğu nasıl alacağım meselesi vardı. Bu konunun içinden çıkabildiğimi söyleyemem. Bir de ben yalnızlığı seviyorum. O nasıl olacak?

Velhasıl, yaklaşık bir yarım saat kadar sonra koltukta keyifle son sigaramı içip anneliğimi kutladım. Anne oluyorum, vay be!

Ne olacak, nasıl olacak bilemiyorum. İlk defa yaptığım ama şahane olacağına emin olduğum bir yemeğin pişmesini bekliyor gibiyim :)

10 Ocak 2014 Cuma

Esra Elönü üzerine

12.07.2013 tarihli Ekşi Sözlük entry'sidir.

aslında esra elönü'nün fikirleri, beyanları ve duruşu için fazla söz söylemeye gerek yok. zaten ortada, görünüyor. kimse de aptal olmadığı veya konu da çok derin olmadığı için söylenecek fazla bir şey yok. yine de insan bazen susamıyor. 

esra elönü'nün hayatımıza girişi, türbana toplumsal zeminde oluşmuş saçmasapan ön yargıyı kırmaya yönelik atılan adımlarla başladı. "türbanlı kadın" denilince göz önüne gelen resme pek benzemeyen esra elönü birden tv programlarında ve gazetelerde "türbanlı ama aykırı kız" kontenjanından fikir beyan etmeye başladı. ancak dediklerinden pek bir şey anlamak mümkün olamadığından, fikirlerini de anlayamadık doğrusu. konuşmalarında basit bir algoritma kullanıyordu:

- kimselerin anlamını bir çırpıda bilemeyeceği ama kullananı entelektüel gösteren osmanlıca sözcükleri aralara serpiştirme

- asla fikir içermeyen uzun cümleler kurup, çeşitli süslü söz sanatları kullanma

- sıkıştıkça konuyu allah'a bağlayarak, teolojinin sınırlarını zorlama.

çok konuştu, hep konuştu, bol bol hüsn-ü talil, mecaz-i mürsel, tecahül'ü arif, tezat, tevriye kullandı kullandı ama hiçbir şey söylemedi. "türbanlı marjinal kız" kontenjanından medyanın kendisini maymunlaştırmasını göze aldı, tıpkı 90'ların a takımı'ndaki rüya takımı gibi meymenetsiz neye hizmet ettiği belli olmayan meclislere girdi (örneğin nihat doğan + cem mumcu + pelin batu + esra elönü + günseli kato ile birlikte sundukları programda ilahiyat fakültesi profesörüyle kent mimarisi ve estetik tartışıldı) o kanal senin bu kanal benim gezindi durdu. 

kendisinin ne olduğunu ancak gezi direnişi ile birlikte takındığı ayrımcı tavırdan, nefretini kusarken elini korkak alıştırmamasından anlayabildik. yıllardır boynunda madalya gibi taşıdığın mağduriyetinin sebebi gezi'dekiler değil esra elönü; ölenlere rahmet dilemekten imtina eden dilin mevzu hakaret olunca nasıl da coşuyor, nasıl da uçuyorsun. nasıl zalimsin ki: "rabbim zd olayına kanıt yok video yok diyen beyinsizleri kendi anneleri kız kardeşleriyle sınasın !" diyebiliyorsun. ali ismail'in, ethem'in annesi bile kurmadı bu korkunç cümleyi, senin mağduriyetin evlat acısından daha mı büyük? 

8 haziran'da "yarın, gezi'deki tecavüz olayını yazacağım" demişti, 12 temmuz oldu bekliyoruz. twitter'dan engellemişsin alayımızı hatırlatamıyoruz. diyalog iyidir, korkma bu kadar en fazla varsa hatan görürsün.

1 Haziran 2012 Cuma

"Her anne en az 4 çocuk yapmalıdır. 4 ve üzerinde çocuk sahibi olanlar madalyayla onurlandırılmalıdır." (Hitler-NSDAP kongresi,1934)


Madem en mağdur olduğumuz yer kadınlık, oradan başlayalım...

Seneler önce, 2005'te Ekşi Sözlük'te şöyle bir şey yazmıştım. 


"mahallede top oynamak isterken, ama bunun nedenini kendin bile bilmezken; bisikletten düşüp dizlerini kanattığında anneannenin "bisiklet tepelerinde ne işin var senin oh olsun erkek fatma" dediğinde farkettirmeden başlar kadın olmak. yedi yaşındaki bedenine inat bilge aklın kavramıştır terazinin erkeklerden yana bastığını, erkek olmak daha avantajlıdır ama sen el kadar şaşkın, kafası karışık bir kadınsındır. ilkokulda saygınlık kazanmanın yolunu erkeklerin ettiği küfürlere, küfür ederek karşılık vermek olduğunu düşünürsün. ancak ilk küfürünün tadı hala ağzındayken anlarsın sana verilen rol bu değildir; küfür ağzına büyük gelmiştir. 
yavaş yavaş geçer zaman, ergenliğe doğru koşar adım... memelerin çıkmaya başladığında utançtan ne yapacağını şaşırırsın, göğüs kafesinde bandajlar, bol tshirtlerle beden derslerine girersin, koşarken zıpladıkları belli olmasın diye kambur durursun. çok sonra anlarsın bir çok kadının kamburluğunun, kendine güvensiz duruşunun sütyenli ilk beden dersinden kaldığını. 
boyun, bacakların uzar, belin incelir. (on sene sonra bu haline geri dönmek için kendine ne eziyetler edeceğini bilmeden, utanırsın kendinden) üstelik bu değişimin farkında olan birtek sen değilsindir, yolda yürürken, denize girerken, bakkaldan ekmek alırken bakışlarda bir tuhaflık hissedersin. yıllardır abi, amca dediğin adamların gözündeki ince şeytanlığı yakalarsın. 
erkekler ağızlarının suyu aka aka her yerde 31den bahsederken, sen seksi iğrenç bulursun. aşkın en ilkel versiyonları kanında yavaş yavaş dolanır belki de aşık olabileceğin en ilkel adamı o zaman bulursun. bana kaşar derler diye kimseyle çıkmasın, ama kaşarların pervasızlıklarına, onların göğüslerini saklamadan salına salına okulda dolanmalarına, sen saçlarını sıkı sıkı örürken, onların rüzgarda uçuşan saçlarına imrenirsin. kadın olmak istersin, birden büyümek, hemen bütün bu saçmalıklarla başa çıkabilecek kadar güçlü olmak istersin. en azından öyle görünmek... annenin fondötenlerinden aşırıp sivilcelerine boca edersin, üstüne kendi paranla aldığın turuncuya kaçan ucuz pudralar sürer, hilkat garibesi bir halde aynanın karşısına geçer; işte budur! dersin. dünyanın en kafası karışık palyaçosu olarak okula gidersin bir süre. sonra birgün annen seni görür ve demediğini bırakmaz, komik göründüğünü, neden böyle birşey yaptığını sorar. herşeyden nefret ediyorum dersin, kimse beni anlamıyor dersin.. 
okula giderken otobüste hayatının ilk fortçusuyla tanışırsın. don giymemiş bol kot pantolonlu adam bomboş otobüste seni takip eder. nereye gitsen kıçına yapışır, utancından, şaşkınlığından ne yapacağını şaşırırsın. durumu gören amcalar kafasını çevirir, aman bulaşmayalım bakışıyla ilk kez orada tanışırsın. bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışı kelimenin tam anlamıyla otobüsün içindedir. ilk durakta iner ağlaya ağlaya, ağzına geleni saya saya okula gidersin.
ilk kez regl olduğunda annene "sakın bana vurma" dersin. sınıftaki arkadaşların tokat yemiştir çünkü. annen salaklaşma der, güler. ancak durum bir çoğu için böyle değildir. regl olur olmaz okuldan alınan arkadaşına, pedden önce türban alınan arkadaşına üzülürsün.
kıyafetlerinle derdin o zaman başlar. etek, şort giydiğinde, askılı elbise giydiğinde, azıcık dar bir tshirt giydiğinde rahatsız olursun. otobüse binemezsin, vapura binemezsin. dünyada gördüğü ilk kadın senmişsin gibi sana bakan adamlar gözleriyle bir güzel seni soyarlar, sonra vapurun ortasında ırzına geçip üzerine demli çay ve sigarayla keyif yaparlar. bir süre sonra onları görmeme, "bok mu var da bakıyosun?" deme refleksi geliştirirsin. 
ilk öpücüğün hiç de o filmlerdekine benzemez. daha çok vicdan azabıdır hissettiğin. 
erkeklerin apoletlerinde yattıkları kadın sayıları olur o zaman anlarsın. erkekler yattıkları kadını, onu evire çevire nasıl becerdiğini arkadaşlarına ince ince ayrıntılarıyla anlatırken, kadınlar herşeyi içinde, kendinde yaşamak zorunda bırakılır. 
türkiyede kadınsan geceleri yaşayamazsın mesela...
ondan sonra yanında erkeği (babası, kardeşi, kocası, sevgilisi, arkadaşı) olmayan kadın minibüse bindiğinde, istisnasız herkes tarafından tek tek süzülür. acaba nereden geliyor, acaba nereye gidiyor soruları kafalarda dolanır.. dolanır.. 
gece bir kapkaç, taciz yaşanmışsa, karakolda o saatte orada ne işin vardı diye sorulur. sen gece sokakta dolanan, onun bunun nefsini uyandıran bir "yollu"sundur. öyle ya dişi köpek kuyruk sallamazsa... derdini anlatamazsın, sizi ilgilendirmez diyemezsin.
eğlenmek için bir yere girerken çantanda silah bulunması, prezervatif bulunmasından daha saygındır. 
erkek arkadaşın yan koltukta sen araba kullanırken sizi bariyerlere sürükleyen adam bulunamazken, sen günlerce komada kalırsın. ölsen de biri kadın iki kişi öldü denir haberlerde.
iş yerinde seninle aynı işi yapan erkek meslektaşından daha az maaş alırsın ve tek neden onun ev geçindirdiği senin ev geçimine katkıda bulunduğundur. erkek dünyasında tutunmaya çalışan, didinen, yırtınan bir ucube haline gelirsin zamanla. çocuk doğurduğunda yavaş yavaş kapıyı gösterirler, "herşey için teşekkür ederiz, ileride yine çalışmak ümidiyle.." 
türkiyede kadın olmak...
kocaman bir ikiyüzlülüğün, namussuzluğun en kırılgan öznesi olmaktır. babanın, dedenin, amcanın, abinin tecavüzüne uğrayıp "komşunun oğluyla konuşuyorlarmış namussuzlar" gerekçesiyle öldürülmektir. tecavüze uğrayıp hamile kaldığında yaşadıklarını derin bir solukla içine çekip, öz kardeşinin kurşunuyla ölmektir. namus senin bacaklarının arasındadır çünkü.. bacaklarını isteyerek açmanla, bacaklarının zorla açıktırılması arasında fark yoktur onlar için. bacaklarının arası o kadar önemlidir o kadar önemlidir ki, okula bile kampanyalarla gidersin o da baban herşeye rağmen kalbini temiz tutabilmiş biriyse.
bazı kadınlar için iyi kader çoğu zaman görücü usulüyle evlenilmiş kocadan az dayak yemek, şanslıysan hiç dayak yememektir. ha birde erkek çocuk doğurmaktır. evlenmeden önce kuramadığı iktidarı, hiç değilse oğlunun üzerinde kurmak ister, o nelerden, kimlerden çektiğini unutan kadın onlardan biri olmak ister bir oğlan doğurarak. bükemediği eli öper, oğlan doğurarak, "erkek" olmak ister. alem buysa, kral o'dur."

Güzel ve yalnız ülkemizin hal ve gidişatı giderek kötüleşerek bir kez daha evrim teorisine rahmet okuttu.  "Kürtaj cinayettir" açıklaması ile çok yönlü kişiliğine bir de jinekoloji bilgisini ekleyen Başbakan'ın ardından eteğindeki taşları döken badem bıyıklı erkekler dünyası Türkiye'de kadın olmanın yeni sınırlarını belirledi. 

Başbakan: "Kürtaj cinayettir. Sezaryana karşı bir başbakanım", "Her kürtaj bir Uludere'dir"

TBMM Sağlık Komisyonu Başkanı Cevdet Erdöl: "Bir çocuk hakları savunucusu olarak kürtajı lanetliyorum. Kürtaj Uludere'den beter"

TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ayhan Sefer Üstün: "Kürtaj yaptıran, tecavüzcüden daha büyük bir suç işlemiştir" 

Sağlık Bakanı Recep Akdağ: "Tecavüz mağduru doğursun. Bebeğe devlet bakar"


Kadın olmak hiç bu kadar zor olmamıştı. Bir eşik atlıyoruz, biz kadınlar yeni bir zapturapt eşindeyiz. İçeri, karanlığa doğru itiliyoruz. "Her bikini cinayettir", "Her mini etek bir cinayettir"leri duyup, umursamayacak kadar kör olacağız sonunda. Körleşelim, sesimizi çıkartmayı akıl bile edemeyelim diye baskıdan daha yaratıcı, daha kesin bir yoldan gidiyorlar: bir ahlak, bir kötülük etiği inşa ediliyor. Kendileri gibi olmayan, kendilerinden olmayan kimseyi istemiyorlardı, malum... Ama şimdi biliyoruz ki, hepimizi kendilerine benzetene kadar da rahat vermeyecekler. Teoride demokrat, pratikte faşist bir atmosfere kayıyoruz. 

Bütün kadınların, siyasi görüşleri, dünyaya baktıkları pencereleri, sevdikleri müzisyenler, saç renkleri, ayakkabı zevkleri, alışveriş alışkanlıkları, okudukları kitaplar, okudukları okullar ne kadar farklı olursa olsun, bütün kadınların ama bütün kadınların kendilerine yapılan bu aşağılamaya karşı ses çıkarma zamanıdır. Yoksa bir sonraki eşikte, kiralık rahimler olmaktan öteye geçemeyeceğiz.  

Fotoğraf:Bianet.org'dan alınmıştır. Benzer biçimde sesinizi yükseltmek isterseniz www.benimkararim.o